İllüzyonun Ardındaki Gerçek: Kronik ‘Anı Yaşayamama’ Sendromu

Elif Doğa
3 min readJun 10, 2021

--

Geçmişe yolculuk yapabileceğiniz tek kişilik bir bilet hakkınız olsa neyi değiştirmek isterdiniz?

Veya

Geleceğe yolculuk yapabileceğiniz tek kişilik bir bilet hakkınız olsa ne yapmak isterdiniz?

Efendim, müessesemizden “yapabilenlere” hediye: anı yaşama hakkı !
Hem de istediğiniz zaman kullanabilme imkanı da veriyoruz. Kullanmak istemez misiniz?

Bu iki soruyu soran kişi için sormak kolay, cevaplayan kişi içinse cevap vermek oldukça zor. Peki ya biz hem soru soran, hem de cevaplayan kişi olsak, terazinin dengesini sağlasak olmaz mı?

Zihnimizde, edebiyatımızda, sanat eserlerimizde hatta bilim dünyamızda bile ara ara aklımızı kurcalayan bir karmaşa var. Geçmiş pişmanlıkların gözyaşları, gelecek kaygılarının hafiften kalbimizi sızlatışı ve genç kalmanın ulaşılmaz formulü…

Son birkaç yıldır kişisel gelişim dünyasının oldukça ses getiren “anı yaşa” mottolarının altını; sosyal medya postları, sahte yogiler ve pazarlama şirketleri sağ olsunlar, biz daha anı yaşamayı öğrenemeden anı yaşamaktan soğuduk. Sosyal medya platformlarında “anı yaşayıcıları” gördüğümüz an story’leri hızla geçer hale geldik. Hele pandeminin gelişiyle birlikte eve kapanır kapanmaz renkli yoga matlarımızı altımıza çektik. Daha doğrusu kimimiz onların story’sini kimimiz post’unu çektik. Niçin mi? Tabiki anı yaşadığımızı başkalarına gösterebilmek için. “Ben de buradayım” diyebilmek için.

Laf aramızda, en son ne zaman kendimizi ana bıraktığımızı hatırlıyor muyuz?

21.yüzyıl “modern” kapital sistemin illüzyonu sağ olsun, bizlere zaten zorlandığımız anı yaşamayı sistemin getirdiği ikramlarla her geçen gün daha da unutturuyor.

Instagram sayfamızı birkaç dakikada bir yenileme ihtiyacımız, sevdiklerimizle buluştuğumuzda dakikalarca fotoğraf çekinme telaşımız, uzaktan çalışma modeliyle 7/24’e dönüşen iş hayatımız. Daha sayayım mı?

Sevgisi bizim gibi tek renk, beyaz değil diye ötekileştirdiğimiz (Oysa unuttuğumuz bir şey var! Beyaz, tüm renklerin yansımasıdır, her rengi kapsar), doğduğu coğrafyalara, cinsiyetlere göre etiketlediğimiz, hiyerarşik ilişkileri oluşturduğumuz, modern sağlık teknolojilerine rağmen ilaç sektörünün devamı için ölüme terk ettiğimiz, gelecek nesillerin hakkını düşünmeden, yarınlar ve vicdanımız yokmuşcasına yok ettiğimiz doğamızın, var olduğu bir illüzyon.

Her şeye rağmen kimi zaman kendimizin, kimi zaman başkaları tarafından kontrol edilen hayatlarımızda; bu illüzyona karşı yenmek veya yenilmek yok. Sadece yaşamak var. Eğer yapabiliyorsak en iyi şekilde. Severek, paylaşarak, mümkünse anı yaşayarak.

Konudan çok kopmadan, anı nasıl yaşarız biraz bunu tartışalım. Var mı “anı yaşamanın” bir formulü, bir reçetesi?

Öncelikle kendimizi sevmek lazım. Lekeli yüzümüzle, dökülen saçlarımızla, her hafta bozduğumuz diyetlerimizle, geçmiş hatalarımızın pişmanlıklarıyla. Çünkü kendimizi sevmezsek eğer, karşılaştığımız her yüz bize ayna olacak, içimizdeki sevgisizliği yansıtacaktır. Sevmezsek kendimizi;

Hasta annesine ve kardeşlerine bakabilmek için okulu bırakarak, kağıt toplayıcılığına başlayan Ali’nin içten gülüşü, bizi rahatsız edecektir.

Kemoterapi sonrası otobüs durağında yorgunluktan uyuklayan Hatice teyzenin omuzumuza düşen başı, bize ağır gelecektir.

Terk edildiği Şile otobanında günlerdir sahibini bekleyen Boncuk’la (ve niceleriyle) karşılaştığımızda bize, “nasıl olsa birileri karnını doyurur” diye düşündürecektir.

Ve ince belli çay bardağında, taze çayımızı yudumlama keyfi varken, masa örtüsüne dökülen kırıntılara sinirlenmemizi sağlayacaktır.

‘An’ların güzelliğini farkına varabilmek için, hayatlarımızı dolu dolu yaşayabilmek için, illüzyonun ardındaki gerçeği görebilmek için, tek çare sevmeliyiz.

Öyle toz pembe dünyalarda yaşayarak değil, yağmurlu günlerde engebeli yollarda çamura batmış ayakkabılarımızın öfkesiyle sevmeliyiz bu hayatı.

Bakımsızlıktan çürümüş koridorlarda, bir umut birkaç ay daha yaşayabilmek adına annesini üzmemek adına gizli gizli ağlayan Mahmut’un lösemi kanserine inat, daha da çok sevmeliyiz bu hayatı.

Vicdanlarımız illüzyonda kurumadan, tüm klişelere inat “sevginin dünyayı değiştirebileceğine” inanarak sevmeliyiz bu hayatı.

Ölüm bugün, ölüm yarın. Şanslıysak belki birkaç yıl. İster otuz, ister üçyüz yıl. Hayat bize çam sakızı çoban armağanı.

Hayat, hatalarımızla barışmamak, küslüklerimizi bahaneleştirmek, yaşamlarımızın acelesini suçlayarak sevdiklerimize vakit ayıramamak için çok kısa.

Hayat, egolarımızı yarıştırmak, kalp kırmak, intikam almayı adalet sanmak için çok kısa.

İşin özü,

Hayat çok kısa.

Cemal Süreya’nın da dediği gibi “kuşlar uçuyor”.

Sevelim gitsin.

--

--